“Özellikle sinema vardı. Duyarlıklarının, herşeyi öğrendiği tek alan buydu kuşkusuz. Bu alanda modellere hiçbir şey borçlu değillerdi. Yaşlarıyla, eğitimleriyle, sinemanın sanattan öte bir gerçeklik sayıldığı o ilk kuşaktandılar; onu emekleme döneminde değil, hemen başyapıtlarıyla, efsaneleriyle alabildiğine tanımışlardı. Bazen, sanki onunla birlikte büyümüşler, sinemayı daha önce kimsenin anlamadığı kadar biliyormuş gibi gelirdi onlara.
Sinemaseverdiler. En baş tutkuları buydu; hemen her akşam sinemadaydılar. Görüntüleri seviyorlardı; yeter ki güzel olsun, gözlerini kamaştırsın, onları sürüklesin, büyülesin. mekanın, zamanın, hareketin ele geçirilişini seviyorlardı. Ne Eisenstein, Bunuel ya da Antonioni gibi tek bir yönetmenden, ya da-bir dünya yaratmak için hepsinden gerekir- Carne, Vidor, Aldrich ve Hitchcock’tan başkasını görmeyen dar kafalılar gibi sekterdiler, ne de gökyüzü gök mavisi diye, Cyd Charisse’in açık kırmızı elbisesi Robert Taylor’ın koyu kırmızı kanepesi üstünde çok güzel leke oluşturuyor diye “dahiyane” çığlıkları atan, her türlü eleştiri duygusunu yitirmiş şu çocuksu tipler gibi aşırı eklektiktiler.
Zevksiz de değillerdi. Ciddi denen sinemaya karşı, bu nitelemenin gözden düşürmeye yetmediği yapıtları daha da güzel bulmalarına yol açan güçlü bir önyargıları vardı (fakat "Marien Bad amma da boktanmış!” diyebiliyorlardı ve haklıydılar). Westernlere, gerilim filmlerine Amerikan komedilerine ve Lola, Birleşen Yollar, Lanetliler, Rüzgar gibi Geçti gibi –bu filmleri hep anımsıyorlardı- çarpıcı, neredeyse anlatılamaz güzelliklerle, eşsiz görüntülerle, lirik esintilerle dolu o şaşırtıcı serüvenlere abartılı sayılabilecek bir sevgi duyuyorlardı."
0 Yorumlar