Filmlerim...
Sayısını tutamıyorum... Ama binlerle ifade edilebilecek rakamlara çoktan geçtiler...
Evimin başköşesinde üst üste yığılı bir şekilde duruyorlar... Hepsini sınıflandıramadım henüz... Planlarım var...
Evim biraz dağılıp, arkadaşlar veya eve uğrayan annem "Toplasana biraz ortalığı" diyince, kendimi bir yarım saat sonra filmlerin arasında onları düzeltirken buluyorum... Onların düzensiz durması daha çok rahatsız ediyor beni, ev alt üst olsa da...
Galiba bir hastalık bu... Bu hastalığı nereden kaptığımı da çok iyi biliyorum... Filmlerim dağlar boyutuna ulaşmamışken, henüz birer küçük tepeyken, hepsi siyah kaplı VHS'lerden oluşuyordu...
Üstlerinde hep aynı el yazısı... Özenli, kaligrafik, arada küçük espriler... Bir ikisinde "Manyak Savaşçı" figürü...
200 tane vardı bu siyah kaplı kopya VHS'lerden... Hepsini 2-3 yıl içinde aynı yerden daha doğrusu aynı insandan aldım... Hepsini almaya gittiğimde, "Du bir bakalım, kaydı iyi olmuş mu?" diye sokardı videoya ve kaydı izleyelim derken filmi baştan sona izlerdik beraber... Manga nedir ilk orada öğrendim, Bruce Campbell'ı orada tanıdım, Kurosawa'nın Dreams'ini o küçücük dükkanın içinde onunla beraber izledim, Blade Runner'ı yine orada defalarca kez hatmettim...
Filmleri izlerken sık sık bilgiler verirdi, "Army of Darkness"ı 4 saatte zor bitirmiştik, kaseti durdurup bambaşka hikayeler anlattığı için... Bir de gelenler yüzünden kesilirdi hep izleme seanslarımız... Giovanni Scognamillo gelirdi, Çetin İnanç, Zühtü Bayar gelirdi muhabbete, Küçük İskender dalardı dükkana "amına koyyim bu caddenin" diye bağıra bağıra, Faruken Bayraktare dalardı "bu ropotlar kaça abey" diye...
O yıllarda Taksim federatif bir cumhuriyetti en demokratiğinden, o da Kültür Bakanı'ydı Atlas Pasajı Özerk Cumhuriyeti'nin...
Bakan Yardımcısı da Nilgün Birgül'dü üstelik... Sadece sinema değil tabi, kendi fanzinleri, Nostromo'su, bilim-kurgu edabiyatının en sağlam yapıtları, posterler, t-shirt'ler...
Başlangıçta müşteriydim sanırım onun için, daha sonra kendi "toplama, izleme, okuma, yazma" alışkanlıklarını bende gördü belki, benimsedi, çok ses çıkarmadı sessiz bir veletin gelip dükkandaki küçük tabureye tünemesine... Hayatın çok farklı bir yerindeydim ona göre... Ondan çizerlik, yazarlık, araştırmacılık kapmadım... Ama o dükkana gelip, kapanlar çok oldu onun bulaşıcı zevklerinden ve mesleğinden...
Sonra koptum dükkandan, hayat beni farklı yönlere götürünce, ama sinema ve bilim-kurgu hastalığım ondan kaldı yadigar...
Bir yıl önce ölüm haberini alınca dank etti herşey... Beni ben yapan, koyun sürüsünden farklı kılan herşeyi ondan kapmıştım... En çok ölüm haberlerinin ardından "Rahmetli çok iyi insandı, beni çok severdi, beraber çok şeyler yaşadık" tipi yazılardan nefret ettiğim için yazamadım onun için hiçbirşey... Cenazesine gidebildim, Atılgan'ın küçük taburesinde oturduğum gibi cenazesinde de bir köşede durdum sessizce...
1 yıl geçtiğini, tersninja'nın haberiyle anladım... Ardından gölge'de yazılanları okudum... Ağladım biraz... Ve ne hissettiğimi yazmak istedim... 15-20 kişisiniz bu blogu takip eden... En azından bu blog niye var, onu anlayın istedim...
Herkesin onun gibi bir dost sahibi olması en büyük dileğim...
Alçaklarla dolu bu dünyada onun gibi "manyak savaşçılar" artar umarım...
O manyak savaşçı, en azından benim "dünyamı kurtaran adamdı"... O Metin Demirhan'dı...
0 Yorumlar